Bu söylem, sosyal medyada sıkça yanlış anlaşılıyor. Çoğu insan bunu “Güçlü olmak zorunda mıyız, biz de insanız!” diye algılıyor ve isyan bayrağını çekiyor. Ama mesele bu değil. Asıl nokta, güçsüzlüklerinizi kime, ne zaman ve nasıl gösterdiğinizle ilgili. Güçsüzlük, utanılacak bir şey değil; aksine, insan olmanın doğal bir parçası. 
Ancak bu zayıflıkları herkesle, özellikle de sevgilinizle veya potansiyel bir partnerle paylaşmak, çoğu zaman size zarar verebilir. Neden mi? Çünkü bu, bir geri bildirim döngüsü meselesi: Zayıflığınızı fark edin, kabul edin, üzerinde çalışın ve gelişin. Ama bunu yaparken, zayıflıklarınızı bir sır gibi ortalığa saçmak yerine, yalnızca gerçekten güvendiğiniz aile ve yakın dostlarınızla paylaşın. Çünkü ne yazık ki, dışarıdaki dünya –evet, buna partneriniz de dahil– her zaman sizin dostunuz olmayabilir. Zayıflıklarınızı öğrenenler, ileride bunu size karşı kullanabilir.
Özellikle romantik ilişkilerde bu durum daha kritik. Sevgili adayınıza ya da partnerinize zayıflıklarınızı açtığınızda, ilk başta empatiyle karşılaşabilirsiniz. Ama uzun vadede, bu durum karşınızdaki kişinin size duyduğu arzuyu azaltabilir. Kadınlar (veya genel olarak partnerler), bilinçli ya da bilinçsiz, kendilerini ve geleceklerini güvende hissettirecek, sağlam bir duruşu olan insanlara çekilir. Eğer siz sürekli destek arayan, zayıflıklarını öne çıkaran biri olursanız, partnerinizin zihninde “Bu kişi beni ve belki bir gün ailemizi koruyabilir mi?” sorusu yankılanmaya başlar. Bu, biyolojik ve evrimsel bir eğilimdir; tamamen bilinçli bir tercih olmayabilir, ama gerçek.
Toplumsal cinsiyet kuramları, “Erkekler ağlamaz” ya da “Erkekler güçlü olmalı” gibi söylemlerin toplumun dayattığı yapay kalıplar olduğunu savunur. Bu görüşe göre, bu tür beklentilerin biyolojik bir temeli yoktur. Ancak son yıllarda yapılan geniş çaplı meta-